Prof. Dr. Yeşiltuna, “ Çok yönlü eşitsizliğin yaşandığı toplumlar şiddete daha eğilimli”

Asena Karcıer

Gündelik hayatın her alanında artan ve medya temsillerinde görünür hale gelen şiddet; aileden sokağa ve çalışma ortamlarına kadar kendini gösterebiliyor. Herkesin şiddet anlayışının farklı olduğunu vurgulayan Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Dilek Yeşiltuna,  “Maddi ve manevi kaynakların paylaşımında eşitsizliklerin yaşandığı toplumlarda gündelik yaşam pratiklerinde amaca ulaşmanın meşru bir aracı olarak kabul edilebilir. Tarihin her döneminde var olan şiddet yaşanan sorunları aşmada bir araç olarak görülmüştür. Bu nedenle şiddet eyleminin taşıdığı nitelik ve şiddetin nerede başlayıp bittiğine ilişkin algının sınırları da toplumdan topluma ve dönemden döneme değişmektedir. Bu nedenle toplumların şiddetten beslenen geçmişe dayalı hafızalarında yer alan şiddete dayalı çözümlerin yansıması olarak da şiddet uygulamalarına daha fazla rastlanması olasıdır. Bu tür toplumların kişiyi aşan davranış biçimlerinde özeleştiri, sorgulama, hesap verme vb. konularında empatiden uzak yaptırımları, tek yönlü işletme eğilimi normalleşerek teamül haline gelebilmektedir. Sadece güçlü olan daha az güçlüyü eleştirir, hesap sorar ve cezalandırır. Herkese bu hak tanınmaz” diye konuştu.

Şiddetin kavramsal tanımını yapan Prof. Dr. Yeşiltuna, “Şiddet, herhangi bir kişi ya da kişilerin sahip olduğu bir gücü, ayrıcalığı, bir başka kişiye yönelik olarak psikolojik, ekonomik, fiziksel anlamda zarar verme amacıyla doğrudan ya da dolaylı olarak gerçekleştirdiği uygulamalardır. Bu nedenle şiddet davranışının kapsamı çok geniştir. Bir kişinin bir başka kişiye yönelik söylenmiş aşağılayıcı bir seslenişten ölüme yol açan bir davranışa kadar, insana dair her durumda kendini gösterebilecek bir pratik olarak karşımıza çıkabilmektedir. Şiddetin sınırlarını, hak ve görevlerini tanımlayıcı insanların içine doğduğu toplumun sınırlayıcı, düzenleyici kurallarının, değerlerinin belirlediği ‘esneklik düzeyleri’  oluşturur. Bu durumu somutlaştırmak gerekirse; örneğin erkeklerin ve kadınların kendi aralarında ve birbirleriyle olan ilişkilerinde uygulanan şiddetin çeşitleri, nitelikleri, sınırları değişmektedir” dedi.

 Şiddetin bir eğilim olduğunu ve bu eğilimin insanın sosyalleşmesiyle başladığını belirten Prof. Dr.  Yeşiltuna, “Toplumsal ilişkilerin ilk kurallara bağlandığı ailede şiddet eğiliminin gücü baskılanarak biçimlendirilmektedir. Bu nedenle çocukluk dönemi çok önemlidir. Çocukların ebeveynlerle olan ilişkilerinde karşılaştıkları yaptırımların ya da maruz kaldıkları baskılama, zorlama, dayatma ve dışlama biçimlerinin, yetişkinlikte öz davranış kalıplarına dönüşmesi olasıdır. Bu nedenle aile ve içinde yer aldığı çevrenin davranış kalıpları, yetişkinlikteki davranışlarına referans oluşturabilmektedir. Çünkü çocuk kendi dışındakilerle olan ilişkileri gözlemleyerek, deneyimleyerek, benimseyerek rol modellerini çevresinden alabilmektedir. Aile dışındaki ilk resmi otorite ilişkisini deneyimleyeceği okul yaşamında da, gerek arkadaşlarıyla gerekse büyüklerle olan toplumsal ilişkilerinde, öncekileri onaylayan, besleyen şiddete yönelik olumlu ya da olumsuz davranış kalıplarına maruz kalarak öncekileri pekiştirebilmektedir. Sonrasında dahil olduğu iş hayatı deneyimleri de önemlidir. Günümüz neoliberal iş dünyasının küresel mantığının yarattığı risk koşulları da şiddet eğilimini arttırmaktadır. Mevcut iş dünyasının aşırı rekabet, esneklik, verimlilik ve sürdürülebilirlik dayatmaları içinde kendini yeniden üretmek zorunda kalan kişinin toplumla olan aidiyet bağları zayıflayabilmektedir. Karşılaşılan sorunlarda; yalnızlık, kuralsızlık, anlamsızlık ve kendine yabancılaşma duyumlarıyla güvensizlik paradigması içine itildiğinden, şiddeti engelleyen değer ve norm sistemine yönelik referansları bu süreçte zayıflayabilmektedir. Bu durum, tüketim kültürünün odağında tükettiği kadar kendini mutlu hisseden çözümsüz insan için şiddeti besleyen diğer bir toplumsal neden olabilmektedir.  Kendisi şiddet eğilimi göstermese bile artan bireyselliğin yaygınlaşmasıyla, birey sanki toplumsal uzlaşma sağlanmışçasına, öğrenilmiş bir çaresizlik içinde şiddet eylemlerine tepkisiz kalabilmektedir. Bu koşullar da toplumsal şiddeti olağan hale getirebilmektedir. Günümüzde birçok alanda şiddet bir çözüm ya da toplumsal tepki olarak görünürlük kazanmıştır. Bu süreçte, kendi davranışlarımızın doğru davranışlar olduğu kolaycılığına kaçmadan, onun temellerini yani neden öyle davrandığımızı ve aynı zamanda onun sosyal ilişkilerde neye hizmet ettiğini eleştirel bir bakışla değerlendiremezsek, şiddetin nasıl güçlü şekilde yaşamımızı kuşattığını anlamamız mümkün değildir.

“Medya önemli bir enformasyon kaynağı olmaktadır”

Kitle iletişim araçlarının topluma rol model sunma açısından önemli olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Yeşiltuna, “Medyanın nasıl bir kimlik ve nasıl bir toplumsal cinsiyet formu sunduğu son derece önemlidir. Özellikle henüz yaşama dair ilk deneyimleri edinen çocuklar açısından, çok dikkat edilmesi gereken bir enformasyon kaynağı olmaktadır. Aynı şekilde gençler ve yetişkinler için de toplumsal konulara, sorunlara yönelik duyarlılık gelişiminde önemli bir kaynak olabilmektedir. Medya üzerinden dolaşıma giren popüler kültür içerikleri, tüketiminden haz duyulan bir tüketim nesnesine dönüşerek, insanın kendi öz niteliklerini yeniden tanımlamaktadır. Haberler, filmler, diziler vb. ürünlerin anlatı kurgusu içinde istendik bireyin nasıl olması ve onun nasıl bir yaşamı hedeflemesi gerektiğine dair, çok kapsamlı ve çok yönlü bir rehber sunmaktadır. Bu açıdan günümüz medyasında, güç sahibi olmayı her şeyin üstünde tutan ve güce ulaşmak için şiddeti meşrulaştıran bir söylemin hakim olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda güce sahip olan istediği her şeye sahip olabilir, tüketebilir anlayışı, kimi zaman örtük kimi zaman açık şekilde yansıtabilmektedir. Ayrıca başarıyı, gücü getiren süreçte uygulanan şiddet iyi şiddet, başarısızlıkla sonuçlanmış girişimlerin içerdiği şiddet kötü şiddet olarak tanımlanarak, her türlü şiddet temsilleri normalleştirilmekte, sıradanlaştırılmaktadır. Bu yolla şiddet her türlü ilişkide araçsallaştırılarak, gündelik yaşamın merkezine yerleştirilmektedir. Bu süreçte medya temsil çeşitliliği ve etkililiğiyle şiddet üretiminde önemli bir dinamik olmaktadır” diye konuştu.

En çok şiddet gören toplumsal gruplar: Kadınlar ve Çocuklar

En çok şiddet gören toplumsal grubun kadınlar ve çocuklar olduğuna vurgu yapan Prof. Dr. Yeşiltuna, “Burada kilit ilişki bağımlılık ilişkisidir. Böyle bir yapıda, çocukların asgaride sosyal ve ekonomik kaynaklardan eşit şekilde yararlanmasını sağlamadaki yetersizlikler, çocuğun çok yönlü şiddet ilişkisi içinde bulunma olasılığını artırabilmektedir. Erkeği karar verici, otorite olarak ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren ataerkil sistem, bir taraftan kız çocuğunu zayıf, pasif konuma yerleştirirken, diğer taraftan erkek çocuğunu her alanda karar verici, güvenlik sağlayıcı, savaşçı olarak konumlandırarak, şiddet temelli ilişkiyi iki tarafın birbirini tamamlayacak şekilde, gündelik yaşamı düzenleyecek kurallarda ve değerlerde içselleştirir. Bu koşullarda bir kız çocuğunun aile içinde erkek kardeşten, babadan ya da anneden kendisine fiziksel şiddet uygulandığını dillendirmesi çok zordur. Çünkü o davranış onun için normalleştirilmiştir. Böylesi köklü bir eşitsizliğin üretildiği toplumsal cinsiyet anlayışında, kadına yönelik cinayetlerde rekor sayılar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Nitekim ona yönelik şiddet, namus şemsiyesi altında, aslında kadının ekonomik olarak kendi kaynağını yaratabilmesine, kadının olası mahalle baskısına karşı durabilmesini sağlayan sosyal, kültürel birikime, farkındalığa ve kendine güvene dayanan özsaygıya sahip olmasına yönelik bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır.  Buna karşılık erkek kimliğini kadının üzerinden inşa eden erkeğin, kimlik bunalımı. Erkeğin kadın üzerinde baskıyla, korkuyla kurulmuş iktidarı kadın tarafından sorgulanınca, erkek aynı yöntemle iktidarının, otoritesinin devamlılığını üretmeye yönelmektedir. Böylesi bir ilişkiyi, yaşamın çok farklı alanlarında rahatlıkla gözleyebiliriz. Mevcut  otorite  uzlaşmaya değil de, tehdit ve korkuya dayanıyorsa, otoritenin dili zaten şiddet dili olmaktadır” dedi.

“Şiddete, ilk gerçekleştiği anda tepki gösterilmeli”

Prof. Dr. Yeşiltuna, “Hiçbir şiddetin bir kereye mahsus olmayacağını unutmamak gerekir. Bu nedenle şiddet nitelikli bir girişimi, ilk olduğu için hoş görelim demek, söz konusu şiddet eylemine varlık alanı açmak, onu normalleştirmek demektir. Nitekim ikinci girişimin ölümle sonuçlanmasıyla karşılaşabiliyoruz. Peki, bu durumda bunun sorumlusu kim olmaktadır. Öldüren mi, ona bu koşulları sunan hukuk sistemi mi güvenlik birimleri mi ya da aileleri mi? Bu olası sorumlu alanları daha da artırabiliriz. Bu nedenle şiddet ve hoşgörünün yan yana gelmesi mümkün değildir” diye konuştu. “Şiddet bir ahtapot gibi işler” benzetmesi yapan Prof. Dr. Yeşiltuna,  “Her şeyden önce şiddet konusu çok yönlü ya da çok kollu ele alınması gereken bir sorun olmaktadır. Bu konuda, aile, siyaset, ekonomi gibi bütün toplumsal kurumların içerdiği norm ve değerler sistemini sorgulamak zorundayız. Bu çerçevede bütünleşik ve istikrarlı, resmi ve sivil dayanaklara sahip, etkili ve sürdürülebilir bir politikanın uygulamaya konması ve bu politikanın partiler üstü bir nitelik taşıması gerekmektedir. Böylesi bir çabayla ancak belli sürede sonuca ulaşmak mümkün olabilir” dedi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir